“İnsan neye hayransa, oraya köle olur.”
Bugün sokakta yürüyen bir gencin üzerinde gördüğünüz tişört, belki de onun kimliğinden çok, beyninin kime hizmet ettiğini anlatıyor. Marka… Sadece bir etiket değil; bir kültür, bir algı ve ne yazık ki bir esaret.
Reklamla Gelen Kültürel Kuşatma
Marka bağımlılığı bir tüketim tercihi değil, bilinçaltına işlenmiş bir yönlendirme biçimidir. Bu yönlendirme öyle güçlüdür ki, kim olduğumuzu unutturur. O ürünleri üretenlerin kim olduklarını, neyi desteklediklerini bile göz ardı ederiz. Bugün terör örgütlerine sempatizanlığı bilinen figürlerin giydiği markalara özendiğimiz gerçeğiyle yüzleşemiyoruz.
Bir zamanlar Fransa’da kurulan Lacoste markasının, eli kanlı terörist başı Abdullah Öcalan tarafından giyilmesi, toplumda yalnızca bir şaşkınlık yarattı. Oysa bu duruma şaşırmamak gerekirdi. Çünkü bu tür markalar, tarih boyunca doğrudan ya da dolaylı olarak Türk’e düşman olanlara hizmet etti—hem de bizlerin parasıyla. Ve ne yazık ki bu düzen bundan sonra da aynı şekilde devam edecek.
Bugün katil Apo’ya küfür edenlerin büyük çoğunluğunun üzerinde, o malum markanın ürünleri var. Bu ikiyüzlülük sosyal medyada dolaşan fotoğraflarla da gözler önüne seriliyor. Yine de insanlar bu markayı “kaliteli” sanarak satın almaya devam edecek. Çünkü bu markalar sadece ürün satmıyor—zihin satın alıyor.
Markaların bu algı operasyonları öylesine başarılı ki, insanlar kendi ülkesinin ürettiği, kalitesi dünya standartlarında olan ürünleri küçümseyip; ağzı burnu yamuk dikilmiş, sırf etiketinde "marka" yazıyor diye 20 kat pahalıya satılan ürünleri satın alıyor. Bu sadece ekonomik bir kayıp değil, zihinsel bir sömürgeleşmedir.
1980’lerin İtalya’sı: Amerikan Markalarının Sessiz İstilası
1980’li yıllarda İtalya’da yaşananlar bu sürecin tarihi örneklerinden biridir. Dönemin gençleri arasında Levi's pantolon, Nike ayakkabı ve Marlboro sigarası birer "statü göstergesi" hâline gelmişti. İtalyan markaları, üreticileri bu rekabet karşısında hızla sahneden çekilmeye başladı. Çünkü Amerikan ürünleri sadece moda değil, hayat tarzı olarak pazarlanıyordu. Reklam kampanyaları, Hollywood filmleri, müzik endüstrisi derken insanlar kendi yerli ürünlerine "köylü işi" gözüyle bakmaya başladı.
Sonuç mu?
İtalya'nın tekstil sektörünün büyük bölümü, ya iflas etti ya da Çin'e taşındı. Yerel ekonomi çöktü, gençler işsiz kaldı. İşsizlikle birlikte gelen fakirleşme ise mafyanın sosyal yapıya daha da derinlemesine sızmasına neden oldu.
Benzersiz Değiliz: Japonya ve Türkiye Örnekleri
Japonya, II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan markalarının kuşatması altındaydı. Ancak “Made in Japan” kampanyalarıyla halkını kendi malına yönlendirdi. Bugün Sony, Toyota gibi devler bu milli bilinçle ortaya çıktı.
Türkiye ise yerli üretimde Avrupa’nın en güçlü tekstil ülkelerinden biri olmasına rağmen, vatandaşının kendi malını değersiz görmesiyle adeta kendi zenginliğine düşman oldu. Türk firmaları, Avrupalı markalara fason üretim yaparken, kendi etiketiyle aynı kaliteyi sunduğunda alıcı bulamıyor.
Fakirleşmenin Ayak Sesleri
Marka tutkusu sadece kültürel yozlaşma değil, ekonomik bir intihardır. Bir ayakkabıya 14 bin TL vermek, o parayla bir yerli üreticiye değil de, dış güçlere kaynak aktarmaktır. Üstelik çoğu zaman o ürünlerin değeri 500 TL bile etmez. Gardıroplarımız lüksle dolu, cüzdanlarımız ise boş. Sonra da enflasyonun, pahalılığın adını sadece iktidara yazıyoruz.
Oysa asıl sorun, tüketim tercihlerimizdeki bağımlılıktır.
Yerli Bilinç ve Kolektif Uyanış
1. Tüketim Bilinci Eğitimi: Ortaokul seviyesinden itibaren “tüketim ahlakı ve milli ekonomi” dersleri verilmeli.
2. Yerli Ürüne Devlet Desteği: KDV indirimleri, teşvik kampanyaları, reklam fonları sağlanmalı.
3. Yerli Markaların İmaj Kampanyaları: Sosyal medyada, TV'de “yerli giyinmek, vatana hizmettir” algısı oluşturulmalı.
4. Yerli Ürün Günü: Okullarda, üniversitelerde her ay bir gün “yerli giyim – yerli tüketim” günü kutlanmalı.
5. Gönüllü Sivil Direniş: Herkes kendi çevresine bu bilinçle örnek olmalı. “Marka giymek değil, değer giyinmek” anlayışı yayılmalı.
Bilinçsiz Tüketici, İşgal Altındaki Toplumdur
Reklamlarla, influencerlarla, dizilerle beynimize yüklenen markalar sadece modayı değil, özgürlüğümüzü belirliyor.
Artık sadece devletleri değil, toplumların düşünce biçimlerini işgal eden küresel bir düzenle karşı karşıyayız.
Buna karşı durmanın ilk adımı, aynaya bakmak ve şu soruyu sormaktır:
“Bu malı ben mi istedim, yoksa bana mı istettirdiler?”