Bir zamanlar televizyon, ailenin birliğini simgeliyordu. Akşam yemeklerinden sonra ailenin bir araya geldiği, aynı programları izleyip fikir alışverişinde bulunduğu bir merkezdi. Peki ya bugün? Artık o “aile” dediğimiz kutsal anlayışın içine zehir damlatan bir cihaz haline geldi.
Televizyonlar “telekanalizasyona” dönüştü. Birbirinin kopyası olan, düşük kaliteli, ahlaktan uzak programlar evlerimize, ayakkabılarını bile çıkarmadan girmekte. Ve biz – bu manevi cinayetin mağdurları – hem eleştiriyoruz, hem de izliyoruz. Reytingler asla yalan söylemez: Ne kadar sesimizi çıkarırsak çıkaralım, en çok izlenen programlar tam da eleştirdiğimiz programlar.
Ahlak, aile değerleri, edep ve terbiye günümüzde neredeyse gülünç görülüyor. “Özgürlük” adı altında aileler yok ediliyor, terbiyenin adı “baskı” gibi gösteriliyor. Çocuklar artık annelerinden, babalarından değil, sosyal medyalardan ve reality şovlardan öğreniyor hayatı. Sonuç ise ortada: Terbiyesiz, yönsüz, geçmişten habersiz, gelecekten umutsuz bir nesil yetişiyor.
Peki ya 20 yıl sonra? 1970-1980’li yılların son derece terbiye edilmiş, kültürlü, köklerine bağlı nesli tükendiğinde yerine kimler gelecek? Küfrü “özgüven”, cehaleti “özgürlük” sayan bir gençlik mi? Okullarımızda “kültür” değil, “modernlik” maskesi altında ahlaksızlık öğretiliyor. Eğitim sistemimizde ders kitapları yok, değerler eksik. Terbiye ise çoktan müfredat dışı kalmış durumda.
Aslında, değişim dışarıdan değil, içeriden başlamalı. Herkes evindeki pencerelerini kapatmalı, “televizyon” değil, “terbiye” yayılmalı. Tarih bize gösterdi ki, bilgili nesil ancak ahlakla birleştiğinde güçlü olur. Adını yazmayı dahi bilmeyenler bu millete bilge insanlar, kahramanlar kazandırmıştı. Onların sırrı basitti: Aile, ahlak ve vicdan.
Bugün bir uyarı yazısı, yarına bir dua gibi bu sözlerimi bitiriyorum: Eğer terbiyeyi kaybedersek, hiçbir özgürlük bizi kurtaramaz.